Öncelikle bir Türkolog olmadığımı belirtmeliyim. Bir Türk aydını olarak, Türkçe bilmeyen dostlarıma kaynak sağlama güçlüklerinden doğan bir ihtiyaçla bu metni kaleme aldım.
Uzun yıllar boyunca Türkler ile Moğollar arasında çetin bir savaş sürdü. Cesareti ve askerî kudretiyle tanınan Türkler sayısız muharebede galip geldiler. "Türk ülkesinde Türk okunun uçmadığı, Türk gücünün erişmediği, halkın baş eğmediği yer yoktu." Türklerin başında İl Han, Moğolların başında ise Sevinç Han bulunuyordu. Sevinç Han, Kırgızlar ve diğer bazı boyları yanına çekmeyi başardı. Hıyanetle lekelenen bir çarpışmanın ardından Türkler mağlup düştüler. Bu yenilgi pek çok Türkün katledilmesine ve soylarının neredeyse yok oluşuna yol açtı. Ancak İl Han'ın en küçük oğlu Kıyan ile kuzeni Nüküz esir alındı.
Günün birinde ikisi de esaret yerlerinden kaçmayı başardı. Boylarının vaktiyle konakladığı sahada buluştular. Düşman elinden kurtulan deve, at, öküz ve koyunlar da orada toplandı. Uzun süre kaldıkları takdirde kolayca bulunup öldürüleceklerini düşündüler; izlerini yok etmek için sürüleriyle birlikte daha önce kimsenin ayak basmadığı bakir diyarlara gitmeye karar verdiler. Yabani keçilerin izlerini takip ederek dağlara tırmandılar. Nihayet dağın ardındaki bir sırta ulaşıp dar bir geçitten geçtiler. Geriye baktıklarında, çevik bir keçinin bile güçlükle aşacağı kadar sarp bir noktayı geride bıraktıklarını anladılar.
Vardıkları yer uçsuz bucaksız, patikasız, el değmemiş bir vadiydi. Çeşitli meyveler, bitkiler, av hayvanları ve gürül gürül sular vardı. Allah'a şükredip oraya yerleştiler ve bu diyara Ergenekon adını verdiler. Bu saklı sığınak, sağ kalanların yeni yurdu oldu.
Ergenekon'da Kıyan ve Nüküz'ün soyları çoğaldı. "Yıllar geçti, zaman aktı. Kıyan'ın çok, Nüküz'ün daha az çocuğu oldu. Kıyan'ın neslinden Kıyatlar, Nüküz'den ise Nüküzler ve Düzlügin doğdu." Dört yüz yıl içinde nüfus öylesine arttı ki Ergenekon onları sığamaz oldu.
Türkler bu sıkışmışlıktan kurtulmak isteyince büyük bir kurultay topladılar ve "Artık çokuz; düşmandan korkmayız! Dostla buluşur, düşmanla güreşiriz!" dediler. Ateşe dayanacak ve düşmana karşı kullanılacak yeni bir düzenek kurdular. Çıkış yolu aradılar, fakat açık bir geçit bulamadılar.
Bu sırada bir demirci öne çıkıp, "Bu dağlarda demir madeni var. Demiri eritip yol dökersek, belki dağ bize boyun eğer" dedi.
Onun öğüdüyle dağın etekleri odun ve kömür katmanlarıyla dolduruldu. Yetmiş körük kuruldu; günlerce ateş basıldı. Dağın demir yüreği kor gibi kızarıp eriyince yüklü bir devenin geçeceği kadar geniş bir yol açıldı. Tam o sırada sanki gökten gönderilmişçesine bir Bozkurt belirdi. Kurt Türklerin önüne düştü; onun kılavuzluk ettiğini anladılar. "Yolu Bozkurt gösterecek" diyerek peşine takılıp Ergenekon'dan çıktılar.
Dışarı çıktıktan sonra dağın demirinden silah ve aletler dövdüler. Düşmanlarına hücum ettiler. Kimi çatışmada can verdi, kimisi de düşmana düştü. Büyük cefalar çektikten sonra zafere ulaştılar. Yurduna dönenler bir atı tepeye sürüp beyaz sancağı çekti ve "Zafer bizimdir!" diye haykırdı.
İşte Ergenekon Destanı'nın özü: İlahi Bozkurt'un kılavuzluğu ve kendi bilek güçleriyle kaderlerini döven, küllerinden doğup dünyadaki yerini yeniden alan Türklerin direniş ve yeniden doğuş hikâyesi.